Dedem

Her zamanki gibi Alaplı’da yol kenarından bindim otobüse Ankara’ya gidiyorum. Bu defa yandım. Önlerden koltuk bulamadık. Çok ortadayım. Ama çok şükür cam kenarı, yirmi sekiz numara.

Bana mı öyle geliyor yoksa içerisi gerçekten çok uzun zamandır ayaktan çıkarılmadığından dolayı çürümüş, tabanı kirden  bir parmak kir bağlamış çorap gibi mi kokuyor? Yağlı, pis. Çıkarmayın arkadaş şu ayakkabılarınızı! Devletin bunlara ceza kesmesi lazım arkadaş. Öyle ki koltuklara sinmiş koku. Otobüsten inince üstüme sinen kokudan midem bulanmaya devam ediyor yeminle. Nasıl bir kokuysa ağzımda bile hissediyorum. Ekşi ekşi… Uzansam tutabileceğim sanki. O derece.  

Kesin kusacağım. Muavin nerede? Ben peşin peşin alayım o siyah poşeti. Onu görünce bile kusasım geliyor. Kusma garantili poşet bir bakıma. İçinde iki kere nefes alıp veren herkes kusabilir. Neyden yapıyorlarsa artık fare ölüsü gibi kokuyor meret.

Dört numara benim favorim. Kafamı cama dayayıp uyuyamazsam bile yola bakıyorum. Koridor tarafını da sevmiyorum. Muavin gelip geçerken bacağıma çarpmıyor mu, deliriyorum. Yapmadılar her sırada tek koltuk olan otobüsleri. Geniş geniş oturup gidersin. Hem yanındaki konuşacak seninle diye de gerilmezsin. Sanki kırk yıllık ahbapmışsın gibi oturur oturmaz konuşmaya başlamıyorlar mı? Allahtan Walkman var. Takıyorum kulaklığı hiç bir şey dinlemesem de. Oh mis. Sevmiyorum arkadaş işte; „Hemşerim memleket nere?“

„Sana ne!“ Sana ne benim nereli olduğumdan ya da Ankara’ya kime gittiğimden…

Dedeme gidiyorum.  Beni çağırmış. Onu en son gecen yaz görmüştüm.

Keşke kafamı cama dayayıp bi uyusam, Bolu’da ki mola yerini görmesem de Ankara’da uyansam. Ama bu koku beni perişan etti. Poşet elimde. Bırakamıyorum.

Neyse şimdilik yanımda kimse oturmuyor. Önüme de biri oturmazsa değmeyin keyfime. Belki midem de bulanmaz. Önümdeki, koltuğu yatırdığında kendimi kapana kısılmış gibi hissediyorum. Terlemeye başlıyorum soğuk soğuk. Bir keresinde önümdeki adam o kadar çok yatırdı ki koltuğunu sanki kucağıma uzandı manyak. „Saçlarını okşamamı ister misin?“ diye sorduğumda da kavga çıkmıştı. Allahtan yanımda abim vardı. Onlar iki kişi biz iki kişi. Bir şekilde çözmüştük konuyu. Sonra adam da zaten koltuğunu dik konuma getirmişti.

 Abim Ankara’da. İki yıllık kazandı. Dedemlerde kalıyor. Ben de Ankara ‘da okumak istiyorum Üniversite’yi. Ama yurtta kalmak istiyorum. Abim „olmaz,“ dedi, bakalım.

İyi ki orada. Geçen fenalaşınca dedem, taksi çağırmış eve. Gelmeyince, almış kucağına dedemi koşmuş Asfalt’a kadar. Dedemlerle Asfalt arası nereden baksan üç kilometre. Hem de yokuş yukarı. Oradan atmış bir taksiye doğru Hacettepe’ye. 

Akçakoca sapağına geldik bile. En az on dakika… İki kapı da açılınca içeri temiz hava girdi. Otobüs durunca bundan faydalanıp dışarı çıkarım hep. Binecek yolcular var. Umarım önüme kimse oturmaz. Oturacaksa da genç biri otursun. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum, yaşlandıkça ve göbeklendikçe koltuğun eğimi giderek yüz yirmi dereceye doğru ilerliyor.

Bütün yaşlıları da aynı kefeye koymamak lazım elbette. Dedem mesela. O kimseye rahatsızlık vermek istemez. Çok zeki bir adamdır. Belki tavırları ondan dolayı böyle. Gençken tarlalarındaki pamuğa bakıp kaç ton ürün alacaklar kafasından hesaplarmış. Daha geçen yıla kadar onu iki basamaklı iki sayıyı çarpmada bir türlü yenemedim. Üstelik ben kâğıt kullanıyordum.

Konu torunları olunca bambaşka birine dönüşür. Kızıldeniz’i yaran Musa gibi oluverir. Firavun’dan kaçmayanından ama.

Hay benim şansımın içine… Önüme biri oturdu, o koridorda ilerleyen adamda yanıma oturursa mahvoldum ben. Devam et, lütfen devam et. Git. Lütfen… Ah hayır… Oturdu.

Yandaki ile muhabbet etmem de; ya öndeki koltuğunu yatırırsa. Belki söyleyince biraz yukarı kaldırır koltuğunu. Otobüsün motoru çalıştı. Mecbursun Alter Güneş. Zevk almaya bak. Kulaklığı şimdiden takayım.

“Geçebilir miyim?” Ayağa kalkıp bir müsaade etmek de yok arkadaş. Sürtünerek geçiyoruz.

“İyi yolculuklar, Ereğli’den mi?” Adam oturmamı bile beklemedi. Yok artık.

“Pardon ne dediniz? Kulaklık var ya duymadım.” Müziğin açık olup olmaması kimseyi ilgilendirmez. “Ey Walkmani icat eden adam yeminle cennetliksin sen cennetlik.” Adamın surat düştü. Konuşacak kimseyi bulamadı ya rahatsızlandı. Koridorun diğer tarafındaki koltuğa sardı. Tamam onu hallettik. Bu bir.

En son Ankara’ya giderken yanımda abim vardı. Onunla Ankara yolculuklarımızda  yeşil askeri çantamız içi ağzına kadar çizgi roman dolu şekilde hep yanımızda olurdu. Övünmek gibi olmasın ama, Türkiye’de yayınlanmış tüm çizgi romanları bir kaç defa okumuşuzdur herhalde. Çizgi roman okuduğumda kafamı içine gömüp derin bir nefes aldığımda rahatlıyorum. Keşke yanımda bir kaç tane olsaydı. Midem karmakarışık. “Muavin bey, tavandaki havalandırmayı açar mısınız lütfen? Bir de kolonya alabilir miyim?”

Eyvah öndeki koltuğunu yatırdı. Kusacam galiba. Çok daraldım. Off nefes alamıyorum. Öndekinin üstüne kusmasam bari. Anneannem bir defasında önündeki adamın üstüne kusmuştu. Resmen camdan sektirmişti. Acil kolonyaya ihtiyacım var. Nerede kaldı şu muavin.

Düşün başka şeyler düşün. Dedem, dedem Tütün Kolonyası sever. Küçükken bizi onunla neredeyse yıkardı. Bir de cebinde her zaman taşıdığı tarağı çıkarır ıslak saçımızı tarardı. Islak saç demişken; bir keresinde arkası olmayan bir salıncakta beni sallarken “yavaş salla düşerim” dememe rağmen “Bir şey olmaz sıkı tutun” demişti. Salıncağın altındaki su birikintisine düşmüştüm elbette. Doğru hatırlıyorsam bir gün önce yağmur yağmıştı. O tarak cebinden yine çıkmıştı. Bir yandan ıslak saçımı tarıyor bir yandan da “ağlama ama… “ diyordu. Bir keresinde de onu gerçekten kızdırmayı başarmıştım. Üstüme yürümüş ama bir şey yapamamıştı. Kıyamamıştı …

Son görüştüğümüzde bana kabzası şahin kafalı bir Bıçak verdi. Bıçağın sapı da demirden. Tek parça döküm. Daha önce hiç böylesinin görmemiştim.  Ona da dedesi vermiş. Yani bayağı tarihi bir eser. Abime de bir Muhtar Çakmağı vermişti. O günden beri Anneannemin tabiri ile Develi Cigarasını onunla yakıyor. Anneannem bir gün annemi aramış „oğlun var ya oğlun, develi cigara içiyor“ demiş. Vay sen beni nasıl ispiyonlarsın diye kadının üstüne yürümüş abim. Dedem de „at camdan gitsin, bizim ispiyoncularla işimiz olmaz“ demiş. Allahtan abim dedemi dinlememiş.

Bolu’ya geldik bile. Mola yeri şehir merkezinde. Merdan Otelin hemen karşısında. Buraya gelince hepimiz çok seviniriz. Dedemin de adı Merdan ya ondan herhalde. Hiç gitmedim ama, o oteli hep sıcak ve huzurlu bir yer olarak hayal etmişimdir. İçeri girer girmez demlisinden bir çay da ikram ediyorlardır kesin.

İlk defa burayı görünce içimi bir hüzün kapladı. Keşke uyuyabilseydim.

Dedem, kansere yenik düşmek üzere. “Çağırın gelsin” demiş benim için.

Vedalaşmaya gidiyorum.

Yorum bırakın