Orson Welles

Yıl Ekim 1938. O tarihlerde Orson Welles Amerika’da bir radyo programı yapıyor.

1938’lerde gazete ve radyo en önemli haberleşme kanallarıydı. Ailelerin tek eğlencesi ise radyo oyunlarını dinlemekti.

Orson Welles Cadılar Bayramına özel bir program yapmak istedi ve radyo oyunu için Herbert George Wells’in Dünyalar Savaşı adlı romanından bir uyarlamayı seçti. Konu Marslı yaratıkların dünyayı işgal etmeleri üzerineydi. Hikâye gereği haber bülteni diyaloğu sunulması gerekiyordu ve her şey burada başladı.

Yayını başından itibaren dinlemeyen ve radyolarını tam da haber bülteni okunurken açan dinleyiciler Marslı istilasını gerçek sanarak günlerce sürecek bir kaosun başlamasına neden oldular. Sokaklar uzaylılardan kaçmak isteyenlerle doldu. Erzak stoklamak isteyenler dükkânları yağmaladılar. Hatta uzaylılar tarafından esir alınmak yerine intihar edenler bile oldu.

Olayın bir radyo oyunu olduğu gerçeği ise seksen bir yıl önceki haberleşme kaynakları ile ancak günler sonra herkes tarafından öğrenildi. Ama çok geçti. İnsanlar evlerini terk etmiş, ölenler olmuştu.

Tam seksen bir yıl önceki bir olaydan bahsediyoruz. İnsanların elinde sadece gazete ve radyo var. Anlık haber alabilmek, anlık iletişim kurabilmek günümüzdeki gibi mümkün değil. Sonrasında ise bir anda teknoloji gelişiverdi. Her evde televizyon olmaya başladı. Her eve telefon bağlandı. Sonra her ev de bilgisayar olmaya başladı ki bu inanılmazdı. İnternet denen o görünmeyen ağ sayesinde evimizdeki bilgisayar ile tüm dünyaya bağlanmamız, işte bu teknoloji de bir devrimdi. Küçük ve taşınabilir cep telefonlarının çıkması ve sonrasında bunlar ile anında ve sürekli çevrim içi olabilmemiz ise her şeyi değiştirdi. Ezberler bozuldu. İletişim ve haberleşme kaynaklarından tutun da reklam ve pazarlamaya kadar her konu yeni dünyaya uyum sağlayabilmek için değişti.     

Türkiye’ye ilk cep telefonunun geldiği zamanı hatırlıyorum. Ben üniversitedeydim. Dönemin Başbakanı Cumhurbaşkanı ile konuşmuş ve bu tüm haber bültenlerinde gösterilmişti. Yok artık daha neler dediğimizi hatırlıyorum.

O zamana kadar birini aramak istiyorsanız iki yol vardı; ya evinize telefon alacaktınız ya da ankesörlü telefon kullanacaktınız. Derslerimiz ile ilgili bir konu olduğunda araştırmak için kütüphaneye giderdik.

Bugün, aradığımız her konuya hızla ve kolayca ulaşabilmek ne kadar güzel değil mi? Akıllı telefonların hayatımıza girmesi dönüm noktasıydı hepimiz için. Annelerimiz ve babalarımız dahi bizi sosyal medyadan takip ediyor. Hatta bizlerden daha etkinler…  

Gün içinde uyandığımız andan tekrar uyuduğumuz ana kadar geçen o sürede içinde sürekli elimizden hiç düşürmeden kullandığımız telefonlarımız zararlı değil mi derken; hayırlı olsun, bu konuda yeni bazı hastalıklar çoktan türedi bile.

  • FOMO yani Fear of Missing Out yani Gelişmeleri Kaçırma Korkusu. FOMO’nun başlıca belirtileri arasında sürekli sayfa yenileme ihtiyacı hissetmek, sosyal medyada çevrim içi olmadığımız zamanlarda huzursuz hissetmek, paylaşılan bir fikrin veya görselin beğeni almaması sonucunda ortaya çıkan duygusal çöküntü örnek gösterilebilir.
  • Stalklamak. Gizlice takip etmek diyebileceğimiz bu rahatsızlık türü eski sevgiliyi, sevdiğiniz ya da sevmediğiniz birini sosyal medya hesaplarına girip gizlice takip etmektir. Eğer takip edilen kişinin sosyal medya hesabı dışarıya kapalı ise sahte bir hesap alınıp takip etmeye kadar iş gidiyor.

Peki, hemen hemen tüm cevaplar elimizdeki akıllı telefonların sayesinde birkaç tuşlama uzağımızdayken neden ilk okuduğumuzu ya da duyduğumuzu kabul etme eğilimindeyiz? Bilmiyorsak dahi araştırıp öğrenmek neden zor?

İlk okuduğuna inanan, araştırmayan, körü körüne inanan kitleler nedeni ile sosyal medyada hileyle yönlendirme o kadar kolay oldu ki, ülkeler birbirlerinin hükümet seçimlerine dahi kitleleri yönlendirebilmek için kolayca müdahil olabiliyorlar. En son Amerika seçimlerinde Rusya’nın yaptıkları gün yüzüne çıkmadı mı?

İletişim ve haberleşmenin seksen bir yıl öncesine kıyasla kat ve kat üstün olduğu günümüzde bir uzaylı istilası haberi yapılsa bu defa tüm dünyada bir kaosun çıkma olasılığı nedir acaba?

OTOPSİ

1914 de İstanbul’da doğdu.

İstanbul’da Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde.

Babasının işi gereği 1923 – 1948 arasında Ankara’da yaşadı. Ömür boyu dost kalacağı iki insan olan Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile Ankara’daki lise yıllarında tanıştı.


Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Oktay Rıfat’la Melih Cevdet’tir

En yakın arkadaşlarım

Sait Faik onu şöyle anlatıyordu: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğüse benzeyen bir sırt, -denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli.”

Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya!

Kafiyeyi ilkel, mecaz, teşbih, mübalağa gibi edebi sanatları gereksiz bulduğunu açıkladı. Yalın bir anlatımı benimseyerek şiir dilini konuşma diline yaklaştırdı. Şiirde hece ve aruz ölçülerini kullanmayı reddetti. Şiire getirdiği bu yenilikler yüzünden önceleri büyük ölçüde yadırgandı, çok sert eleştiriler aldı ve küçümsendi. Geleneklerin dışına çıkan eserleri, önce şaşkınlık ve yadırgama, daha sonra eğlenme ve aşağılamayla karşılansa da hep ilgi uyandırdı. Bu ilgi ise kısa zamanda şaire duyulan anlayış, sevgi ve hayranlığın artmasına yol açtı.

Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.

1941 yılında, arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları Garip adlı şiir kitabında bu fikirlerinin örnekleri olan şiirleri yayınlandı ve Garip akımının doğmasına sebep oldu

Dağ başındasın;
Derdin günün hasretlik;
Akşam olmuş,
Güneş batmış,
İçmeyip de ne haltedeceksin

Garip akımını yalnız yazdıklarıyla değil, hayata karşı duruşuyla açıklayan şair, fiziğini bile bu uğurda kullanmaktan çekinmedi. Bu yüzden şiirinin hayatının sonucu olduğuna değil, aksine hayatını şiirine göre yaşadığına inanılır. Her şeyin şiire konu edinilebileceğine inanan Orhan Veli ve arkadaşlarının Türk şiirine yaptığı en büyük katkılardan biri de bu inançlarını eserlerinde uygulamaları oldu. Bunun için de ilk olarak sıradan insanı kendilerine konu edindiler. Böylece, eski şiirlerdeki kahramanlaştırılan ideal insan tipinin yıkılmasını sağladılar.

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar;
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah’ın adını,
Günahkâr da sayılmazdı.

Yazık oldu Süleyman Efendi’ye.

Herkesle iyi geçinen, kimsenin kalbini kırmayan, çevresindeki insanlara saygı gösteren biri olarak bilinen şair 1950 de öldü. Beyazıt Camiinde cenaze namazı kılındı. Namaz sonrası dostları hemen cenaze aracına koyularak götürülüp defnedilmesini içlerine sindiremezler. Bilirler ki Orhan Veli yürümeyi çok sever. Hatta bir keresinde Taksimden Sarıyer’e kadar yürümüştür. Cenaze arabasının şoförüne derler ki: “ Sen git Sirkeci Garının önünde bizi bekle.”

Alırlar sırtlarına Orhan Velinin tabutunu ve onunla son bir kez yürümeğe başlarlar. Cağaloğlu yokuşunun olduğu caddede eskiden sağlı sollu kitapçılar varmış. Cenaze önlerinden geçerken hepsi kepenklerini indirip ona olan saygılarını sunmuşlar.

Ogün onun tabutunu omuzlayan herkesin eline onun kanı bulaşmıştır. Orhan Veli beyin kanaması geçirerek öldüğünden ölen bedenine otopsi yapılmıştır. Yapılan otopsi sonrasında ise bedeni tam olarak kapatılamamıştır. Sebebi ne olursa olsun kanı avuçlarında gören herkes sırasını bir başkasına verdikten sonra ağlamaya başlar.
Çocukluk arkadaşı Halim Şefik Güzelson onun ölümünün ardından bir şiir yazmak ister. Oturur masasına düşünür ama ifade edecek kelimeleri bulamaz. İşte o anda avuçlarındaki kurumuş kanı görür ve kelimeler kaleminden dökülmeye başlar.

OTOPSİ

Orhan Veli’ye ağıt-

Morgta açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
Dünya gördüler
Bir de dost gördüler
Ama bu işte doktor beyler
Doğrusu geç kaldılar
Çok geç kaldılar


Orhan Veli Kanık ve Halim Şefik Güzelson’u rahmetle, sevgiyle ve saygıyla anarken; Sunay Akın’a da Youtube’da yayınlamış olduğu videolardan dolayı çok teşekkür ediyorum.

Sevilerimle,

Alter Güneş