Atlantik Sitesi

Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettiğimizde, hepimiz önce gözlerimizi kapatıp bir yerde olduğumuzu hayal ederiz. Belki de beynimiz istemsizce bizi en mutlu olduğumuz ana götürüyordur.

Ben hep Güzelyalı Atlantik Sitesi dördüncü blok dördüncü katta balkonda olduğumu hayal ederim. Esen rüzgârın bana getirdiği hazinelerin tadını çıkarırım. İçime denizin tuzunu, yosun kokusunu, martıların sesini çekerim…

Hayatımda on yedi yıllık bir dönem var. Üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gittim yıl 1991, evlendim yıl 2008. Bu yıllar boyunca dert tasa olmadan geçirdiğim tek bir dönem vardı. O da Güzelyalı’da yaşadığım o zaman aralığıydı.

Her dönemin güzelliği elbette ki ayrıydı. Ankara’da okurken; tamam üniversite harika, arkadaşlar on numara. Ama soba derdi var. Yaksan bir dert yakmasan bir dert. Ankara’nın kışı malum. Karıncalar, hamamböcekleri… E bir de öğrencilik dertleri var. Sonra bir de Almanya maceram var elbette. Orası gerçekten ayrı bir hikaye konusu. Nereden başlayım ne yazayım bilemiyorum.

Üniversite bitmiş, Almanya’dan dönmüşüm. Askerlik yapılmış. İş bulup çalışmalıyım. Online olanaklar eskiden yok denecek kadar az.  Sürekli gazete ilanlarına bakıyorum. Başvuruyorum. Kimi çağırıyor. Gidip görüşüyorum. Kimindense hiç cevap gelmiyor. Yine bir ilana başvurdum ve beni aradılar. Gidip görüştüm. Anlaştık.

2002 yılıydı. Ailemin yanında Selçuk’tan ayrılıp Bursa’ya gittim.

İlk bir kaç hafta Görükle’de bir tanıdıkta kalmıştım. Bekarım ya ev bulmak zor. İş çıkısı kar kış demeden ev arıyorum. Ocak ayı. Kar diz boyu. Otobüs, minibüs çalışmıyor. Yollar vıcır vıcır. Su geçirmez diye aldığınız ayakkabı kar suyu geçiriyor. Hani kime küfür edeceğinizi şaşırıp kendinize saydırmaya başlarsınız ya… İşte o zamanları yaşıyorum.

Her şeye rağmen emlakçı emlakçı geziyorum.

Çarşamba’da bir ev var dediler. Saray yavrusu gibi anlatılıyor ama ev gündüz bile o kadar karanlık ki ışık hep açık…

El mahkum kiraladım orayı. Bir kaç aya her şey düzene girdi. İşe servisle gidiyorum. Dönüş yine servisle. Gerekirse alışveriş, sonra ev. Girmeden kapı önünde Berber Mustafa ile kısa bir sohbet. “Sen iyi kazanıyorsundur. 5000 TL var mı?” Konu hep bunun etrafında dönüp duruyordu. Öğrenemedi garibim ne kadar kazandığımı…

Her şey yolunda olmasına yolunda da nefes alamıyorum evde. Daralıyorum. Balkon yok. Pencereyi açıp parmaklıklardan tutunca kendimi hapiste gibi hissediyorum. Sokaktan tanıdık biri geçince görüş gününe gelmiş muamelesi yapıyorum. “Hava nasıl dışarıda” diye soruyorum. Zira salonun penceresinden bakarak hava durumunu anlamak mümkün değil.

Bir yıl sonra yaza doğruydu bir sokak aşağıda dördüncü katta bir ev buldum. Salondan bakınca karşı apartman gözüküyor ama kafanı kaldırınca en azından gökyüzünü görüyorsun. Mutfağında da küçük bir balkon var. O kadar küçük ki iki kişi yan yana ancak ayakta durulabiliyor. Ama yeterli.

Balkon demek nefes demek. Bence balkonsuz ev olmamalı. Hayati bir mecburiyet bir bakıma.

Yıllar geçti. Bursa’da arkadaşlarım arttı. Çoğu işyerinden. Bir de onların sayesinde tanıdıklarım var. En çok görüştüğüm Mustafa. Çocukların Kel Musti Amcası. Neden öyle dediler bilmem. Oysa sırma saçlı.

Evin yedek anahtarı onda. Eve bir geliyorum bilgisayarın başında. Ogame oynuyor. “Gemileri kaldırmam gerekiyor bilader. Yoksa topladığım madenler karambole gider.” Gelmeden önce gemileri kaldırıyor. Öyle bir ayarlıyor ki, benim eve geliş saatine doğru gemiler iniyorlar tekrar. Yerdeyken saldırıya açıklar. Allah Muhafaza. O kadar emeği var. Ele geçirilecek gezegenler için o madenler lazım.

“E iyi. Sen bira mı içiyorsun?”

“He, dolapta var. Kendine alırken bana da bir tane getirsene. Bu bitiyor da…”

“Ne zaman geldin la sen?”

“Ne bilem ben. Bakmadım saate.”

Günler böyle geçiyordu. İyiydi yani. Bir süre sonra daha da güzel olacakmış meğer…

Çalıştığım şirket açıklama yaptı. Bundan sonra Mudanya’dan da servis kalkacak.

Deniz kıyısı. Yok artık daha neler.

Önce Mudanya’da ev aradım. Gerçekten. Ev Mudanya merkezde olsun ki ihtiyaçlarımı alabileyim. Araba yok. Servisten inince açıkta kalıyorum. Zaten evlenene kadar da hiç arabam olmadı. Sanırım o nedenle hala araba kullanmayı hiç sevmiyorum.

Bursa’dan Mudanya’ya doğru gelirken, Mudanya’dan hemen önce Güzelyalı adlı küçük bir mahalle vardı. Eskiden küçüktü tabi. Şimdilerde nasıl büyüdü gitti. Eski büyüsü kalmadı ama.

Güzelyalı’da bir ev buldum. Eve bakmaya işyerinden bir arkadaşımla gittik. Mesut.

Servisten yol kenarında indik. Önce yokuş aşağı sonra yokuş yukarı…

“Yok” dedim. “Yok Terekeme, burası olmaz. Baksana yokuş bitmedi. Bunun yazı var, kış var. Ben her gün bu yolu nasıl giderim.”

“Dur bakalım” dedi.

O zamanlar Güzelyalı içinde Minibüs falan yok. En yakın market Güzelyalı merkezde. Merkezde.

Site altı bloktan oluşuyordu. Adı Atlantik. İsmi gibi deniz mavisine boyalıydı binalar. Bahçedeki Zeytin ağaçlarının ortasında küçük bir havuz vardı.

Dördüncü bloğun önünde ev sahibi ve karısı bizi bekliyordu. Site hilal biçiminde ve bu blok sitenin tam ortasına denk geliyordu. Ev sahibi kaptanmış. Ömrü denizlerde geçmiş. Binaların deniz mavisine boyanma sebebi de, sitenin adının Atlantik olmasının sebebi de Ali Kaptan.

“Bittik be Ali Kaptan” dedim. “Bu ne böyle. Gelene kadar kaç kilometre yürüdük.”

“Dur bakalım yeğenim” dedi. “Önce evi gör sonra konuşuruz.”

O kadar yokuş inip bir de üstüne yokuş çıktıktan sonra dört kat daha çıktık.

Kapı açılınca sağ tarafta koridorun sonunda yatak odası var. Yatak odasına gelmeden hemen sağda da tuvalet ve banyo. Onun hemen karşısında küçük bir oda daha var. Çamaşır kurutmak için ideal. Bir de ıvır zıvır ile dolduruverirsin orayı.

Sol taraf direkt salon ve mutfak. Tek parça. Duvarlar yine çok güzel bir mavi. Hiç rahatsızlık vermiyor. Aksine…

Kocaman bir penceresi var.

Kalakaldım.

Yanımdan Ali Kaptan gitti. Karısı gitti. Mesut yok.

Pencereden dışarı bakıyorum.

Karşısı… Karşısı deniz. Alabildiğince her yer. Ayakkabılarımı çıkarmışım elimde tutuyorum. Sıvamışım pantolonun paçalarını, ayak bileklerine kadar suyun içindeyim. Dalga geri çekilirken ayaklarımın altındaki hafif çakıllı kumu da alıp götürünce gıdıklanıyorum. Martı sesleri, kırılan güneş ışığının yansıması, yosun kokusu. Eğilip boştaki elimle suya dokunuyorum. Avucumda denizin gidiş gelişlerini hissediyorum. Islak elimi enseme sürünce biraz ferahlıyorum. Bir damla ensemden kuyruk sokumuma kadar iniyor. Yavru balıklar ayaklarımın etrafında yüzüyor. Büyüklerin de az ilerde olabileceğini düşünüp, oltamın yanımda olmamasına hayıflanıyorum.  

“Gel yeğenim, balkona da çık” dedi o sırada bir ses. Ali Kaptan bana seslenince evin içine geri çekiliyorum.

Balkona çıktım ve “tutuyorum Ali Kaptan dedim.” Karı koca güldüler.

“Ne oldu yokuş falan?”

“Ne yokuşu?”

Mesut “o zaman hayırlı olsun” dedi.

Balkonda gömülü şekilde bir barbekü vardı. Ön tarafı kavisli olduğundan ortası bombeli. O kadar büyük bir balkondu ki kanepe koydum, yemek masası olarak kullandığım sehpayı koydum ama hala ayakta duracak yer var.

O eve eşya lazım. Hemen almalıydım. Mustafa ile çıktık bir sabah. “Bak Mustafa, fazla harcamama izin verme, ben anlamam mobilya konularından. Beni durdur tamam mı?”

“Tamam bilader sen merak etme” dedi.

O gün iki kanepe, iki armut koltuk, bir yatak bir de gardırop aldım. Beğenip de satın aldığım gardırop ceviz. Mağazadan çıktığımızda “bilader  hani sen beni durduracaktın, ne oldu?” diye sordum.

“Çok mutluydun, durdurmak istemedim” dedi.

Aldığım eşyalar pahalıydı. Ama hepsi de gerçekten çok sağlam çıktı. En son gardırop ile Almanya’ya gelirken Ekim 2020’de vedalaştık.

Güzelyalı’daki günlerim başladı. Yolda servisten in, yokuş aşağı merkeze in, alışveriş yap. Elde poşetler yokuş yukarı çık. Eve gel. Dördüncü kata çık. Tam “ben böyle hayatın..” diye başlayacakken eve gir. Elindekileri mutfağa at ve balkona çık. O kadar derin bir nefes al ki tüm bedenin parmak uçlarına kadar oksijenle dolsun.

İçime dolan temiz oksijenle birlikte olumsuz duygulara bedenimde yaşayacak yer kalmıyordu sanki. Verdiğim nefesle birlikte hepsi akıp gidiyordu. Kapkara bir civanın vücudunuzu terk ettiğini düşünün. Ağzınızdan çıkıyor ayaklarınızın yanında balkonda duruyor. Kımıl kımıl. Tekrar bedenime girecekken musluğu açıp balkonu yıkıyorum. Yağmur oluğundan aşağı…

En güzeli hafta sonlarıydı. Cuma iş çıkışı alışverişi yaparak girdiğim evden, pazartesi yine işe gitmek için çıkıyordum. Gittiğim en uzak yer yazları havuz başı. Kışın hep evdeyim. Sahile de inerdim tabii ki. Bazen oyun oynardım. Denizin dalga ile geldiği noktanın hemen sınırında ayakkabıları ıslatmadan yürürdüm. Bazense ayakkabıları çıkarır sıvardım pantolonun paçalarını… 

Yaz oldu mu sanki her hafta sonu Bodrum’a tatile gidiyorum. Pazartesi işe bir gidiyorum çakı gibiyim.

Gelen arkadaşlarım gitmek bilmiyordu. Baktım ki kışın gelmeyen arkadaşlarım yazın çıkmıyor evden, “kışın gelmeyen yazın da gelemez” dedim. Hafta sonu kapı çaldığında açmıyordum. İki kişi hariç önceden aramadan kimse gelemiyor. Mustafa veya İbrahim’in yoldayım geliyorum demesi yeterli.

İbrahim. Senseim İbrahim. Senseiliği uzak doğu sporları ile ilgili değil, hayat ile ilgili. Yıllar geçti hala o bana Senseim diyor, ben ona Senseim diyorum. İbrahim Güzelyalı’daki eve vuruldu. “Kalayım mı ben de burada Senseim” dedi. “Kal ulen” dedim.

İyi ki demişim. O andan itibaren Güzelyalı daha bir güzel oldu.

Sabah altı da kalkıp işe gidiyordum. Eve dönüş yaklaşık 18:00. Gelirken alışveriş falan da yapıyorum. Senseim daha geç uyanıyordu. Onun kendine ait bir mağazası vardı. O geç gidiyor ama geçte geliyordu.

Eve gelişi 22:00 bazen 22:30. Her akşam birlikte yemek yiyelim diye bekliyorum. Balkonda yemek yenecek.

Yoldan beni arıyordu “bir şey lazım mı Senseim?”

“Evde her şey var Senseim” ya da  “al bir iki parça et be Senseim”

“Yoğurt var mı?”

“Var…”

Ben hemen mangalı yakıyorum. Salata hazırlanıyor. Yoğurt önemli. Hemen çıkarıyorum dolaptan.

Mangaldaki köz hazır, o eve giriyor ben ateşe eti atıyorum. Oturuyoruz o saatte yemek yiyoruz.

Yemeği muhabbete katık ediyoruz. O nasıl sohbet.

Çaysız olur mu? Olmaz…

Gündüzü ayrı güzel gecesi ayrı. Yıldızlar inci taneleri gibi, on binlerce inci tanesi gökyüzünde. Oradan dökülenler deniz üstünde. Tam karşıda bir de Dolunay oldu mu…

Her akşam içi insan dolu bangır bangır müzik çalan bir gemi geçiyor. Kaptan sürekli anons yapıyor “balkondakiler… el sallayın… Bu şarkı tüm balkonda oturanlara gelsin…”

Biliyoruz ki adam bizi görmeyecek ama el salladık her seferinde.

İbrahim bazen arkadaşlarını da getiriyordu. Bir kere gelmek yeterli. Tadı damağında kalıyor herkesin.

Gece saat bir iki biz hala sohbete devam. Sabah ben işe gideceğim. Hangi ara uyuyacağım da hangi ara kalkacağım. Hemen bir yazı tura. Kazanırsam “hadi bakalım toplayalım burayı balkon benim” diyordum. Üstüme bir pike…

Sabah yine altı da kalk.

Hafta sonu birlikte kahvaltı yapıyorduk. Nutella kırmızı çizgimiz. Firma görse reklam filmi çekerdi bizimle.

Kahvaltı sonrası havuza girme ve güneşlenme faslı başlıyordu.

İnsan hiç mi bıkmaz. Yeminle bıkmadım. Bıkmadık. Her gün üç dört saat uyku ile işe gittim. 

Bana şimdi sorsalar; “aylarca her akşam ne konuştunuz?” İnanın hatırlamıyorum. Tek hatırladığım o his.  Ne zaman o akşamları düşünsem mutluluk seviyem yükseliyor. Kulağıma kahkaha sesleri geliyor. Katıla katıla güldüğümü hatırlıyorum. Beni bilen bilir; güldüm mü on kaplan gücündeyimdir. Beni kimse durduramaz.

Senseim de ben de, o zamanları düşünürken her nerede olursak olalım hâlâ ellerimizi kaldırıp uzaklarda bizi hiç göremeyen Kaptana el sallıyoruz.

Her şeyin sonu olduğu gibi Güzelyalı günleri de bir ara bitti gitti.

Ne bir daha öyle bir balkonda oturabildim, ne de bir daha öyle bir denize bakabildim; esen rüzgar bir daha hiç oradaki gibi olmadı; bir daha yıldızların altında üstümde bir pike ile hiç uyuyamadım; hiç bir zaman o kadar kısa ama deliksiz uyuyup bir o kadar da dinç uyanamadım.

Nutella’nın bile tadı değişti.

Her şey sanki o balkonda kaldı. Atlantik Sitesi dördüncü blok dördüncü kat.