Üşüyorum

Eksi 30 derece.

Kar durmak bilmiyor. Bazı yerlerde bir metreyi geçti. Yavaş ilerliyoruz. Sığınacak bir yer yok.

Ayağımızdakiler, üstümüzdekiler bizi bu soğuktan koruyamıyor.

Üşüyorum. Hem de çok.

Adım Ahmet. Hasan’ın büyük oğlu Ahmet.

Durmak, oturmak, uyumak istiyorum.

Dinlenmeliyim.

Açım. En son ne zaman yemek yedim, hatırlamıyorum.

Anamın tarhanası ne güzeldi. Çocukken toplanıp yer sofrasının etrafına babamın bir yumrukta ortasından çıkardığı soğanın cücüğünü bu kez kime vereceğini merakla beklediğimiz zamanlar…

Sonra büyüyüp kendi evim olduğunda soğanın cücüğünü ben çıkartmaya ve paylaştırmaya başlamıştım. Tıpkı babam gibi.

Tekrar sıcak bir tarhana kaşıklayabilecek miyim? Peki ya yer sofrasına oturup bir yumrukta soğanın cücüğünü çıkarabilecek ve onu sofrada gözlerimin içine bakanlardan birine verebilecek miyim?

Üşüyorum.

Soğuktan ayak parmakları kopanları gördüm bu sabah. Ayağında çarığı olmayanlar var. Bezle sarıp soğuktan korumaya çalışıyorlar. Bezi açıp tekrar sarmak isteyen Memed vardı, bezi açıp parmaklarının mosmor olmuş ayaklarından ayrı durduğunu gördüğünde ne yapacağını bilemedi. Eli titreyerek bir tanesini alıp baktı. Bambaşka şeylermiş gibi ne olduklarını anlamaya çalışırmış gibi…

Yapılacak bir şey yok. Er ya da geç hepimizin başına gelecek. Oturduğu yerde olabildiğince elini yukarı kaldırıp kopmuş ve morarmış parmağı bana gösterdi. Ne söyleyecek ne de yapacak bir şey vardı. Omzuna vurdum teselli edercesine.

Üşüyorum. Durmak istiyorum.

Eskiden, ben köyümdeyken üşüdüğüm zaman ellerimi bir birine sürtüp bir de avucumun içine ağzımla ‘hoh’ yaptığımda üşümem geçerdi. Artık içim dondu. ‘Hoh’ bile yapamıyorum.

Meşe odunlarını kırıp yaktığımız, ısındığımız zamanlar ne güzeldi. Ateşin odunları yiyip tüketirken çıkardığı ses ne huzur vericiydi. Ateşin başına oturup onu uzun ince bir çubuk ile karıştırmayı ne çok severdim.

Tekrar ateş başında oturabilecek miyim? Peki ya onu ince bir çubuk ile karıştırabilecek miyim?

Üşüyorum. Durmak istiyorum. Oturmak istiyorum.

Toprak donmuş. Kar hiç durmuyor. Her yer beyaz. Toprağa dokunmayalı, onu koklamayalı ne kadar oldu?

Tarlada çalışırken, sabana bağlayacak hayvanımız olmadığından ben çekerdim onu. Çok yorucu olurdu. Terden sırılsıklam olurdum. İmdadıma kızım yetişir bana bir testi su verirdi. İçip kendime gelince tekrar başlardım çalışmaya. Ama ondan önce bir avuç toprak alıp avucumda ufalayıp koklardım.

Tekrar avucuma toprak alabilecek miyim? Onu koklayabilecek miyim?
Üşüyorum. Durmak istiyorum. Oturmak istiyorum. Dinlenmek istiyorum.

Sıcaktan terlemek. Bir kere daha sıcaktan terlemek istiyorum. Bizim memleket ne sıcak olurdu be… Güneşe bakmak isteyen adamın feleği şaşardı.

Tekrar sıcaktan terleyebilecek miyim?

Üşüyorum. Durmak istiyorum. Oturmak istiyorum. Dinlenmek istiyorum. Gözlerimi kapatmak istiyorum.

Elimde tuttuğum silah sanırım elime yapıştı. Elimde bir bez sarılı. O bez silaha yapışmış. Umarım bez de elime yapışmamıştır. Hissetmiyorum.

Eskiden ben köyümdeyken saz çalardım. Elimde bir tek o olurdu. Tellerin arasında gidip gelirken hayallere dalıp giderdim. Yanımdakilerde benimle birlikte…

Yeniden elime saz alabilecek miyim? Tekrar onu çalabilecek miyim?

Üşüyorum. Durmak istiyorum. Oturmak istiyorum. Dinlenmek istiyorum. Gözlerimi kapatmak istiyorum. Uyumak istiyorum.

Bir an Allahü Ekber Dağlarındayım. Soğuk. Donuyorum. Donuyoruz. Parmaklarımız kopuyor. Düşenler oluyor. Düşenlere yardım edemiyoruz. Öylece kalıyorlar. Toprak donmuş. Ölenleri gömemiyoruz bile. Yağan kar üzerlerini örtüyor. Ben de düşüyorum.

Diğer bir an köyümdeyim. Yer sofrasında anam, babam, karım, kızım ve oğlumla birlikteyim. Ortadaki tarhanadan çıkan sıcak duman burnumu yalayıp geçiyor. Elime aldığım soğanı yer sofrasında bir yumrukla ikiye ayırıyorum. Cücüğü kızıma. Bir tane daha alıyorum. Ondan çıkanı da oğluma veriyorum. Gözlerinizdeki mutluluğa kurban olurum.
Yemekten sonra elime sazı alıyorum. Bir oradan bir buradan çalıp duruyorum. Çalarken de söylüyorum. Geç oldu herkesler yattı.
Ateşin başında yalnızım ama elimdeki çubukla karıştırıp canlandırıyorum ateşi. Havaya kalkan ateş parçaları süzülerek yere iniyor.

Uyumalıyım. Sabah erkenden kalkıp tarlayı süreceğim. Yorulduğumda kızım bana bir testi su getirecek. İçip devam edeceğim. Ama ondan önce avucuma aldığım toprağı koklayacağım.

Artık üşümüyorum.

Sarıkamıştayım. Ölen kırkbinden sadece biriyim.

Hayaller…

Bir yamaçtayım.

Bir yanım uçsuz bucaksız bozkır. Diğer yanım ise koyu mavi dalgalı deniz. Kayaları döven büyük köpüklü dalgaların sesi kulağınızda…

Metrelerce yüksekte olmama rağmen rüzgâr burnuma yosun ve tuz kokusunu getiriyor. Gökyüzü kapalı. Kalın gri bulut tabakası yağmurun habercisi mi?

Üstümde kalın bir pelerin var ama hafiften ürperiyorum. Bir an önce gelse dediğim sırada onu hissediyorum. Birazdan burada olacak.

Bulutların üstünde olduğundan görmüyorum. Ama geliyor.

Birden bulutların altında gözüküyor. Her seferinde aynı şey oluyor. Derin bir nefes alma ihtiyacı hissediyorsunuz onu gördüğünüzde. Kan dolaşımınızın hızlandığını hissediyorsunuz.

Siyah, büyük kanatlarını sanki hiç çırpmasına gerek yok. Hava da süzülüyor.

Başımın üstünden geçip yere konuyor.

Siyah Ejderham geldi. Bana ait değil biliyorum ama bu şeklide düşünmek hoşuma gidiyor. Boynunu yukarı doğru kaldırırken karnı kızarmaya başlıyor. Ve kükrüyor. Kükrerken metrelerce yukarı çıkan alevi seyredip gülümsüyorum.

Aramızdaki baştan beri olan bir ritüel bu.

Koşarak gidip uzattığı boynuna sarılıyorum. İnanılmaz bir haz bu.

Elim; kadim, yok edilemeyen gücünden kuşku duyulmayan, rakibi olmayan dostumun bedeninde geziyor.

Hiç olmadığı kadar güvende hissediyorum.

Konuştuğunda ağzı oynamıyor. Gerekte yok zaten zihinlerimiz birbirimize açık.

“Haydi” dediğinde ben çoktan hazırım. Sırtına tırmanıyorum. Kalın çelik gibi derisinden dolayı sırtına çıkarken canının yanmadığından emin bir şekilde tırmanıyorum.

Kırılmaz, çizilmez zarar görmesi mümkün olmayan bir deri…

“Hazırım.” Artık ben yokum, artık o yok. Biz varız.

Bunu düşünmemle birlikte dizlerimizi kırdığımızı hissediyorum. Toprak ve kaya ayaklarımızın altında eziliyor. Gergin kaslarımızı serbest bırakmamızla havaya sıçrıyoruz. Büyük, siyah kanatlarımızı iki kere çırpıyoruz metrelerce yukardayız.

Kendimizi birden boşluğa bırakıyoruz. Az önce durduğumuz yerin üstünden geçip yamaçtan aşağı dalışa geçiyoruz. Tam denizin üstüne geldiğimizde ona paralel uçmaya başlıyoruz. Ayaklarımız denizin içinde…

İçimizde tuttuğumuz çığlığı salıyoruz. İki farklı ağızdan çıkan tek ses.

Bir süre o şekilde uçup yine yükseliyoruz. Sonra yine aşağı. Bu defa aşağı inerken kendi etrafımızda da dönüyoruz. Havayı delen matkap gibiyiz.

Eğlenirken asıl görevimizi de unutmamamız gerekiyordu. “Umarım geç kalmayız” diyorum. “Sakin ol. Yetişeceğiz,” diyor. Sakinim. Yetişiriz diyorsa yetişiriz.

Yemeğe gidiyoruz. Güneş Malikânesinde bizim adımıza düzenlenen akşam yemeğine gidiyoruz.

Denizi aşıp kara parçası üzerinde uçmaya başlıyoruz. Ormanları ve dağları aşarken aşağıda kaçışan hayvanları görüyoruz.

Zirvesi bulutların üstünde olan dağa yaklaşıyoruz. Dağın zirvesinden aşağı dökülen su, şelalenin bulutlardan aşağı döküldüğü izlenimi veriyor.

Dağ sıralarının arasından uçuyoruz. Malikâne bu dağ sıralarının ardında.

İşte orada. Geldik. Güneş Malikânesi dediğime bakmayın. Bahçeli küçük bir ev.

İki çocuk dışarı çıkıyor. Bizi gördükleri için çok mutlular. Koşarken el sallıyorlar bize. Sesleniyorlar ama duyamıyoruz.

Evin kapısından ellerini silerek bir kadın çıkıyor. Kraliçeniz.

Yavaşça yere konuyoruz. O kadar yavaş iniyoruz ki toprağa zarar vermiyoruz. Çocuklar gelip siyah ejderhaya sarılıyorlar. Benimle ne kadar güvendelerse onunla da o kadar güvendeler.

Yere iniyorum. Çocukların ilgisi şimdilik onun üzerinde. Ben Kraliçeme doğru gidiyorum.

Gülümsüyor.

“Haydi çocuklar yemek hazır,” dediğinde ise çocuklar koşarak önce bana sarılıyor sonra içeri giriyorlar.

Ben Siyah Ejderhama dönüp “Teşekkür ederim,” diyorum.

Gülümsüyor. Karnı kızarmaya başlıyor. Ağzından çıkan alevi metrelerce yukarı gönderiyor.

“Alter, Alter…” sesi ile kendime geliyorum.

Yine hayaller…

Nasıl hayal kurmayayım ki…

WOK Tavayı çevire çevire yemek yapmanın keyfi bir başka oluyor.