Bir yamaçtayım.
Bir yanım uçsuz bucaksız bozkır. Diğer yanım ise koyu mavi dalgalı deniz. Kayaları döven büyük köpüklü dalgaların sesi kulağınızda…
Metrelerce yüksekte olmama rağmen rüzgâr burnuma yosun ve tuz kokusunu getiriyor. Gökyüzü kapalı. Kalın gri bulut tabakası yağmurun habercisi mi?
Üstümde kalın bir pelerin var ama hafiften ürperiyorum. Bir an önce gelse dediğim sırada onu hissediyorum. Birazdan burada olacak.
Bulutların üstünde olduğundan görmüyorum. Ama geliyor.
Birden bulutların altında gözüküyor. Her seferinde aynı şey oluyor. Derin bir nefes alma ihtiyacı hissediyorsunuz onu gördüğünüzde. Kan dolaşımınızın hızlandığını hissediyorsunuz.
Siyah, büyük kanatlarını sanki hiç çırpmasına gerek yok. Hava da süzülüyor.
Başımın üstünden geçip yere konuyor.
Siyah Ejderham geldi. Bana ait değil biliyorum ama bu şeklide düşünmek hoşuma gidiyor. Boynunu yukarı doğru kaldırırken karnı kızarmaya başlıyor. Ve kükrüyor. Kükrerken metrelerce yukarı çıkan alevi seyredip gülümsüyorum.
Aramızdaki baştan beri olan bir ritüel bu.
Koşarak gidip uzattığı boynuna sarılıyorum. İnanılmaz bir haz bu.
Elim; kadim, yok edilemeyen gücünden kuşku duyulmayan, rakibi olmayan dostumun bedeninde geziyor.
Hiç olmadığı kadar güvende hissediyorum.
Konuştuğunda ağzı oynamıyor. Gerekte yok zaten zihinlerimiz birbirimize açık.
“Haydi” dediğinde ben çoktan hazırım. Sırtına tırmanıyorum. Kalın çelik gibi derisinden dolayı sırtına çıkarken canının yanmadığından emin bir şekilde tırmanıyorum.
Kırılmaz, çizilmez zarar görmesi mümkün olmayan bir deri…
“Hazırım.” Artık ben yokum, artık o yok. Biz varız.
Bunu düşünmemle birlikte dizlerimizi kırdığımızı hissediyorum. Toprak ve kaya ayaklarımızın altında eziliyor. Gergin kaslarımızı serbest bırakmamızla havaya sıçrıyoruz. Büyük, siyah kanatlarımızı iki kere çırpıyoruz metrelerce yukardayız.
Kendimizi birden boşluğa bırakıyoruz. Az önce durduğumuz yerin üstünden geçip yamaçtan aşağı dalışa geçiyoruz. Tam denizin üstüne geldiğimizde ona paralel uçmaya başlıyoruz. Ayaklarımız denizin içinde…
İçimizde tuttuğumuz çığlığı salıyoruz. İki farklı ağızdan çıkan tek ses.
Bir süre o şekilde uçup yine yükseliyoruz. Sonra yine aşağı. Bu defa aşağı inerken kendi etrafımızda da dönüyoruz. Havayı delen matkap gibiyiz.
Eğlenirken asıl görevimizi de unutmamamız gerekiyordu. “Umarım geç kalmayız” diyorum. “Sakin ol. Yetişeceğiz,” diyor. Sakinim. Yetişiriz diyorsa yetişiriz.
Yemeğe gidiyoruz. Güneş Malikânesinde bizim adımıza düzenlenen akşam yemeğine gidiyoruz.
Denizi aşıp kara parçası üzerinde uçmaya başlıyoruz. Ormanları ve dağları aşarken aşağıda kaçışan hayvanları görüyoruz.
Zirvesi bulutların üstünde olan dağa yaklaşıyoruz. Dağın zirvesinden aşağı dökülen su, şelalenin bulutlardan aşağı döküldüğü izlenimi veriyor.
Dağ sıralarının arasından uçuyoruz. Malikâne bu dağ sıralarının ardında.
İşte orada. Geldik. Güneş Malikânesi dediğime bakmayın. Bahçeli küçük bir ev.
İki çocuk dışarı çıkıyor. Bizi gördükleri için çok mutlular. Koşarken el sallıyorlar bize. Sesleniyorlar ama duyamıyoruz.
Evin kapısından ellerini silerek bir kadın çıkıyor. Kraliçeniz.
Yavaşça yere konuyoruz. O kadar yavaş iniyoruz ki toprağa zarar vermiyoruz. Çocuklar gelip siyah ejderhaya sarılıyorlar. Benimle ne kadar güvendelerse onunla da o kadar güvendeler.
Yere iniyorum. Çocukların ilgisi şimdilik onun üzerinde. Ben Kraliçeme doğru gidiyorum.
Gülümsüyor.
“Haydi çocuklar yemek hazır,” dediğinde ise çocuklar koşarak önce bana sarılıyor sonra içeri giriyorlar.
Ben Siyah Ejderhama dönüp “Teşekkür ederim,” diyorum.
Gülümsüyor. Karnı kızarmaya başlıyor. Ağzından çıkan alevi metrelerce yukarı gönderiyor.
“Alter, Alter…” sesi ile kendime geliyorum.
Yine hayaller…
Nasıl hayal kurmayayım ki…
WOK Tavayı çevire çevire yemek yapmanın keyfi bir başka oluyor.