Suyla Han – Yazgının Efendisinin Güncesinden …

Bizim sözümüz birdir ama başta söylenmesi gerekeni hep sonda söyleriz

Önce bizler yani Onüçler vardı

Bizler zaman yokken dahi vardık

Kâinat yoktu, yer ile gök tekti

Hayat Ağacı filizlenince, zamanın içindeki zamansızlık başlamış oldu

Kâinatın direği olan bu ağaç büyüyünce Yer ile Gök birbirinden ayrıldı

Kökleri yeraltını kapladı, dalları göğün dokuzuncu katına ulaştı

Kayın Ağacının beyaz sütü yaşamın özüydü. Bu süt gövdesinden dallarına oradan yapraklarına ulaşınca, kâinatın yaşam döngüsü de tamamlanmış oldu

Doğacak olan, doğan ve ölen ruhlar Kayın Ağacından bu döngüye karıştı

Ağacın gövdesi o kadar kalındı ki etrafını dönmek mümkün değildi

Yaprakları o kadar büyüktü ki; sonradan o koca yapraklarının birinden Tanrıların tanrısı Kayra doğdu

Kayra sarayını doğduğu bu Kayın Ağacının tepesine kurdu

Yazılan Gelir Başına

(Suyla Han –Yazgının Efendisinin Güncesi Onbeşinci Cilt Birinci Sayfa)

Yemin Bozanlar

Zamanın içinde zaman kimileri için akar kimileri için ise akmazmış. Kimine bir nefes almak kadar kısa geçen süre kimileri için geçen onlarca mevsim demekmiş. Başka Tanrıların başka adlarla yeryüzünde yürüdüğü o zamanlardan biriymiş.

Bir ada ulusu varmış. Adı Taslaymış. Oturdukları evleri için ayrılan yerler hariç yer yer, dağ taş üzüm bağıymış bu adada. Şarap yaparmış ada sakinleri. Yaptıkları şarabı nasıl yaptıklarını da kimse ile paylaşmazlarmış. Tamam bağlarında yetişen üzümlerinin tadı güzelmiş güzel olmasına ama şarabı şarap yapan onun yapılmasındaki sırmış. O kadar güzel yaparlarmış ki adanın limanında sürekli gemiler demirli dururmuş. Fıçıları yükleyen şanslı gemiler şayet batmadan evlerine gidebilirlerse sattıkları bu Tasla şarabı ile çok zengin olurlarmış.

Tasla ulusu yer, içer, eğlenir ama tanrıları da unutmazlarmış. Onlar adına Bayçar’ı ya da Idık’ı eksik etmezlermiş.

Bu Tasla ulusunun başına bir gün bir felaket gelmiş. Kuraklıktan üzüm bağları kurumuş yanmış. Halk panik halinde dua ettikleri tüm tanrılara yakarmışlar. Yakarmışlar. Olmamış. Kuraklık tüm hızı ile devam ediyormuş.

Sonunda Tasla’ya bir Tanrı gelmiş. Edilen dualara cevap olarak mı gelmişti bilinmez, ama biri gelmişti. Hem de bu kuraklığı ortadan kaldırabilecek bir sır ile…

Toplayıp tüm halkı ne yapmaları gerektiğini anlatmış. Sonrasında ise geldiği gibi gitmiş bu tanrı.

Ertesi gün bir Üzüm Karnavalı düzenlemek için kollar sıvandı Tasla’da. Bütün ada süslendi. En kaliteli şaraplar çıkarıldı. En iyisinden yemeklerle sokaklar dolup taştı. Her şey hazır olunca ada halkı Yaşam Tanrıçası Alma Hanıma seslendiler. “Alma Hanım duy sesimizi ve gel şerefine düzenlediğimiz karnavala katıl” diye tüm halk yakardı. Yakarışlara cevap sonunda geldi. Gökyüzünde bir yıldız parladı önce. Parlayan bu yıldız gittikçe yaklaşırken bir yandan da değişmeye başladı. Karnaval alanının üstüne geldiğinde ışığın parlaklığından kimse o tarafa bakamıyordu. Alma Hanımın değişimi bittiğinde kara uzun saçları o kadar parlaktı ki görenler saçlarından yıldız tozu döküldüğünü sanmışlardı. Yeşil gözlerinin derinliğine bakanlar içinde kaybolup gidebilirdi. Beyaz uzun bir elbisesi vardı ama gökkuşağının tüm renkleri belirli bir düzen olmadan elbisenin bir yerlerinden başlayıp kayarak başka bir yerinde kayboluyordu.

“Benim adıma bir karnaval mı düzenlediniz Tasla Halkı?”

“Evet tanrıçam. Gel birlikte yiyelim, içelim, eğlenip dans edelim” dediler hep bir ağızdan.

“Peki kabul ediyorum” dediğinde büyük bir coşku ile karnaval başladı. Alma Hanım ada halkıyla birlikte eğleniyordu ama ayaklarını yere basmıyordu. Sonunda içlerinden biri;

“Tanrıçam ayağını yere basarsan elinden tutup seninle dans etmek isterim” dedi. Tanrıça bir an bu teklifi yapan insanın yüzüne baktı. Sonra “Ben ayaklarımı yere vurursam güneş doğana kadar tanrısal özelliklerimi yitiririm. Hem ondan sonra da beni özgür bırakmazsanız o bedende hapsolur kalırım. O nedenle bu teklifini geri çevirmek zorundayım” dedi.

“Bu karnavalı senin adına düzenleyen bizleri kırma tanrıçam. Sana hepimiz söz verelim. Güneş doğarken insan bedeninden seni çıkaracak, özgür bırakacağız” dedi dans teklifini yapan kişi. Ardından tüm halk bağırdı. “Seni özgür bırakacağımıza And Veriyoruz.” Tanrıça yavaşça, içi ürpererek ayağını yere bastı. O ayağını basar basmaz elinden tuttukları gibi dans etmeye başladılar. Yere basmak meğer ne kadar da eğlenceliymiş dedi içinden Alma Hanım. Dans, yeme, içme güneş doğana kadar devam etti. Zaman hemen geçip gitmişti.

“Haydi şimdi beni serbest bırakın da gideyim” dedi gülümseyerek Yaşam Tanrıçası. Tasla’da kimse yerinden kıpırdamadı, tek kelime etmedi. Tanrıça tekrar söyledi. Endişelenmişti. “Haydi beni serbest bırakında gideyim” dedi tekrar. “Bana And verdiniz” dedi. Birinden diğerine gidiyordu. “Bana And verdiniz” diyordu.

Kimse ne cevap verdi ne de yüzüne baktı. Güneş bağların üzerine geldiğinde insan bedenine hapsolmuş tanrıçayı tuttukları gibi en yakındaki bağa götürdüler. Yatırıp yere bağ bıçağı ile kanını akıttılar. Ölüme giderken hiç çırpınmadı. Kimseye zorluk çıkarmadı. Yalnız ölürken “ Ey bana yüzün dönüp Yemin Bozanlar tüm benim gibiler, cinler, periler, ruhlar da size yüzün dönsün. Bu günden sonra iki gece aynı yerde yatamayasınız” diye kargış etmiş.

Gün akşama dönmüş, sonra sabah olunca Tasla halkı evlerinden bir çıkmışlar ki ne görsünler; bağlardan üzüm fışkırıyor. Ancak önceden beyaz olan üzümler artık kan kırmızıymış. Koparıp tadına bakmak isteyenler ise ısırdıkları gibi tükürmek zorunda kalmışlar. Çünkü üzümlerden kan damlıyormuş.

Ertesi gün uyandıklarında ise toplanıp gitmek için yanıp tutuşmaya başlamışlar. Yaşam Tanrıçasının ölürken söylemiş olduğu kargışı nedeni ile aynı yerde bir daha kalamayacaklarını anlamışlar. O sabah tüm Tasla halkı adayı terk etmiş ve farklı yerlerde Anakaraya çıkmışlar. O çağlardan beri hep gezerler, ne bir tanrı ne de bir peri, cin ya da ruh yüzlerine bakar. Lanetlendiklerini düşünen insanlar onlarla ne aynı yerde uyumayı ne de onlarla konuşmayı isterler. O nedenle atların çektiği tekerlekli evleri üzerinde yaşarlar.

Alma Hanımın Andı Alkmak olduğundan yani andı bozulduğundan dolayı Tasla halkını önce Alma’nın Andını Alkmaklayanlar diye çağrılmışlar. Sonra ise Almalklılar olmuşlar.