O Yaşıyor… 18. Bölüm

Dumrul çok fazla oyalanmadan aşağıdaki odasına indi. “Cengiz’e söyle buraya gelsin” dedi telefonun diğer tarafındaki sekreterine ve cevap vermesine fırsat dahi vermeden kapattı.

Kendi kendine konuşup Tamağın Efendilerine sövüp sayarken kapı çalındı. İçeri Cengiz girdi. Orta yaşlarının az üstünde kel kafalı, güzel giyimli ve bakımlı bir adamdı Cengiz. Sol kolunun altında taşıdığı silah ceketinin üstünden belli olmasın diye takım elbiselerini özel olarak diktirirdi.

“Beni çağırmışsınız efendim”

“Az önce beni ziyaret eden genci ve yanındaki ihtiyarı gördün değil mi?”

“Evet efendim gördüm. Kamera odasından takip ediyordum. Ve standart uygulama gereği ikisinin de resimlerini çıkardık.”

“Güzel. O genç hakkında bana bulabileceğin her şeyi bulman gerekiyor.”

“Nasıl isterseniz efendim.” diyerek odadan çıktı.

*

Aybars ile birlikte Ozan da Sahaflar çarşısındaki dükkâna gelmişti. Gezer Dede onları orada bekliyordu.

Olanları Ozan anlattıktan sonra “Peki şimdi ne olacak” diye Asya sordu.

“Bekleyeceğiz ve o hata yaptığında harekete geçeceğiz.”

“Hata yapacağını da nereden çıkarıyorsun Gezer Ata” bu defa soru Dağhan’dan gelmişti.

“Çünkü o Deli” dedi ikisi aynı anda.

“O plan program yapmaz çocuklar. Yapamaz. Direkt olarak harekete geçmek isteyecektir. Bizde zaten tamda bunu yapmasını istemiyor muyuz?”

*

“Aybars Güneşoğlu. Marmara Üniversitesi Almanca İşletme 3. Sınıf öğrencisi. Doğum yeri Ankara. İkiz kardeşi Asya Güneşoğlu ile birlikte yaşıyor. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi 3. Sınıf öğrencisi. Babası emekli Albay. Anne Sınıf öğretmeni.” diye Cengiz’in getirdiği raporu okuyordu Dumrul. “Demek çocukken tedavi görmüş. Kesin gördüğü rüyalarla ilgilidir.” Güldü. “Kimse inanmamıştır tabii.”

Sayfaları çevirdi, çevirdi. “Anlaşıldı. Çocuk sıradan biri. Onu köprüye çekmenin tek yolu sanırım İlbey gibi almak olacak”

“Ne öneriyorsunuz efendim?”

“Şu anda Ozan ve İhtiyar ile birliktedir. Sahaflar çarşısına bizim paravan şirketlerimizden biri ile gitmeni istiyorum Cengiz. Böylece kılık da değiştirmiş olacaksınız. Büyük Şehir Belediyesindeki ve Valilikteki adamlarımız ile konuşup gerekli izinlerin alınmasını da sağlarız.”

“Peki hangi şirketinizi kullanacaksınız efendim.”

*

“Virüs mü? Eski kitaplarda olabilecek virüsler mi? Siz ne saçmalıyorsunuz acaba?” diye gelen ilaçlama firmasındaki adamlarla kavga ediyorlardı Sahaf esnafı. Ancak yanlarındaki kolluk kuvvetleri onlara bir şey yapılmasını engelliyorlardı. Ayrıca Büyük Şehir Belediyesi yetkilileri de oradaydılar ve ilaçlamayı yaptırmayacakları nelerin beklediğini tek tek anlatıyorlardı. Anlattıkları pek içi açıcı değildi. O nedenle ilaçlama şirketi baştan başlayarak dükkânların içine girip ilaçlama yapmaya başladılar.

“Kahretsin, neler oluyor böyle? Gezer Ata ya da Ozan Ata da yoklar. Ne yapacağız şimdi?” diye telaşla sordu Dila.

“Benim peşimdeler. Siz hemen saklanın” dedi Aybars.

“Hayır seni bırakmam”

“Hepiniz hemen saklanmalısınız Asya. Bana bir şey olmayacak. Güven bana”

“Dikkatli ol” diyerek sarıldı kardeşine kız ve diğerleri ile birlikte arka taraftaki koridora geçti. Ne demişti Gezer Ata “ Arka tarafı sadece sizin gibi özel ruhlar görebilir”

“Dükkan çalışanları dışarı” diye yukardan bir ses geldi birden. Yalnızdı ve gerçekten korkuyordu. Üst kattaki çalışanların ayak seslerini duydu. Dışarı çıkıyorlardı. Sonraki sessizliğin ardından birden içeri giren ayak sesleri duydu. “Siz üçünüz beni takip edin” dedi bir ses. Ve dört kişi helezon şeklindeki merdivenlerden inmeye başladılar. Kitapların yürürken devrilmesini önemsemediler. Üstlerinde beyaz bir tulum vardı. Çizmeler üstlerindeki tulum ile birdi. Gözlerinde gözlük, ağızlarında maske ile tanınmaları mümkün değildi. Birinin elinde çanta vardı.

Aşağı ilk inen “Sen! Kıpırdama” dedi.

“Kimsiniz, ne istiyorsunuz?” demesine kalmadan karnına atılan bir yumruk ile iki büklüm oldu Aybars.

“Kes sesini”

Diğer üçü hemen etrafını çevirdiler. “Efendim ben Cengiz, Sahafın altındaki odada Aybar Güneşoğlu’nu bulduk … Hayır efendim yanında kimse yoktu… Sabah ofisinize gelen kişi de yoktu efendim… Anlaşıldı efendim. İlgili kişiyi alıp köprüye bırakacağız… ” Telsiz görüşmesi bitmişti. “Giydirin şunu da çıkalım buradan” Cümle daha bitmeden çantadan aynı kıyafetlerden çıkarıldı. Geniş tulumu hemen elbiselerinin üstüne geçirdiler. Gözüne gözlük ve maske takıldı.

“Eğer dışarda kalabalık içinde olay çıkaracağım diyorsan seni bayıltalım. Yani senin sağlığın için demek istiyorum…”

Aybars kafasını hayır manasında salladı.

“Tamam, o halde gidelim” diyen Cengiz. Yukarı çıkmaya başladı. Diğerleri de peşinden. Sahaftan çıktılar ve dükkân önünde bekleyen araca binip oradan uzaklaştılar.

O sırada dükkânın altında Asya “Aybars” diye bağırmamak için sağ el işaret parmağını ısırıyordu. Diğerleri yanında onu teselli etmeye çalışıyorlardı.

*

Güneş ilk ışıkları ile günü aydınlatmaya başladığı sırada bir araç kısa bir anlığına Boğaz Köprüsünde durdu ve Aybars’ı aşağı indirip hızla oradan uzaklaştı. Çocuk indiği anda her tarafını sis kapladı. Deli’nin Sisi kaplamıştı her yeri. Göz gözü görmüyordu.

Aynı İlbey’de olduğu gibi geçen araçların sesi uzaklardan geliyordu. Görmüyordu. Görse bile içinden geçip gideceklerini biliyordu artık.

Elini sırtında çaprazlama asılı olan kabzası gümüş kurt başı süslemeli kılıçlarına gitti. Oradalardı. İstediği zaman kullanılmaya hazırdılar. Sis içinde ağır ağır ilerlemeye başladı. Bir atın toynak seslerini uzaktan duyduğunda durdu derin bir nefes aldı.

Karagözlüm geliyordu.

Kılıçları çekti. Çaprazlama uçları aşağı olacak şekilde önünde tuttu.

“İki Bakabilen aynı anda. Ne güzel bir zamanlama. Ne güzel bir tesadüf ki ikinizde benim karşıma çıktınız.”

“İlbey’e yaptığını gördüm. Bunu bana yapmana izin vermeyeceğim.”

“Elbette izin vermeyeceksin. Zaten izin vermeni beklemiyorum.” dedi ve silahları ile konuşmaya başladı. “Büyük Kardeş, izin verirsen Küçük Kardeş ile halledeyim.”

Sol bacağının altında eyerde takılı olan kılıcı çekti. “Merhaba Küçük Kardeş.”

Atının kafasını severek “Karagözlüm, sevgili yoldaşım, izin verirsen ineceğim.” dedi ve atından indi. Büyük bir özgüvenle Aybars’a doğru ilerlemeye başladı.

Genç adamın karşısında büyük bir savaşçı vardı. Masallardan çıkmış bir savaşçı. Ölüme meydan okumuş, meydan okumakla da kalmamış kazanmış bir savaşçı.

Aybars, Dumrul’un ona saldırdığını görmekten ziyade hissetti. Dumrul’un sağlı sollu saldırıları o kadar hızlıydı ki ellerinde tuttuğu kılıçları sanki bilinçliymişler gibi hareket ediyorlardı. Gerçekten de o ikiz silahları kullanabiliyordu.

O artık basit bir üniversite öğrencisi değildi ya da gördüğü rüyalardan dolayı hasta muamelesi gören aciz, zavallı bir genç değildi. O artık bir savaşçıydı. Karşısındakinin kim olduğu önemli değildi. Bu düşünce ile birlikte gelen özgüven onun savunmada kalmaktan sıyrılarak saldırıya geçmesine sebep oldu.

Silahlar elinde sağdan sola soldan sağa gidip geliyor, bir yandan da kendi etrafında dönerek ilerliyordu. Yaptığı atak ne kadar hızlı olursa olsun Dumrul’un savunmasını kıramıyordu. Ama saldırıya devam etti.

“Güzel, çok güzel… Kim bilir kaç zamandır böyle uğraş vermemiştim” dedi savuşturmaların arasında. Gülüyor, eğleniyordu.

Dumrul bir an iki kılıcı birden bloke edip Aybars’ın sağ yanına doğru kaydı ve dirseği ile ona sert bir darbe vurdu. Yüzüne aldığı darbe ile geriye sendeleyip yere düşen Aybars’ın başına geldi. “Bu güzel mücadele için sana teşekkür ederim Aybars. Artık ruhunu alıp Erlik Han’a vermeliyim” dedi.

“Erlik, bu bedeni senin için öldürüyor, ruhunu verdiğim söze bağlılığımın bir göstergesi olarak sana getirmek için alıyorum” diyerek Küçük Kardeşi kaldırdı.

“Hayır” diye bağırabildi Aybars.

(devamını okumak için tıklayınız )

O Yaşıyor… 17. Bölüm

Genç kız kapıyı çaldı ve içerden ses gelmesini bekledi. Tekrar çaldı. “Gel” diye bir ses duyunca kapıyı açıp girdi.

“Duran Bey, sizi ziyarete gelenler var efendim. Randevuları yok ama bunu gördüğünüzde onları kabul edeceğinizi söylediler” diyerek büyük altın bir sikkeyi adamın avucuna bıraktı. Sikkeyi eline alıp ona baktı.

“İçeri al”

“Emredersiniz efendim” diyen kız hemen döndü ve odadan çıkmak için kapıya atıldı.

“Bizi kimsenin rahatsız etmemesini sağla”

“Anlaşıldı Duran Bey” dedi ve kapıyı kapattı. Kısa bir süre sonra kapıyı tekrar çaldı ve misafirleri içeri alıp kapıyı kapattı.

“Seni çok uzun zamandır görmemiştim” diyerek Ozan’a baktı. O yakışmayan, zorla gerilmiş gibi duran gülümsemesi ile baktı. “Artık bu işlere bulaşmayacağını düşünüyorduk. Ama bakabildiğim kadarı ile Ejder Han’ı da yanında getirmişsin. Onu kullanamaman ne kadar da acı.”

“Bu Pala hep benim yanımdadır Deli. Tıpkı Küçük ve Büyük Kardeşin hep senin yanında olduğu gibi. Haklısın Ejder Han’ı kullanamamak bazen bana büyük acılar veriyor. Yüzleşme Odasının Muhafızı olarak bu palayı tek bir sebep ile kullanabilirim. Bunun farkındayım. Ve bir gün sizlerden ya da Efendilerinizden birinin oraya saldırma gafletine düşmesini bekliyorum. Tabi önce orayı bulmanız gerekmekte. Ayrıca sen de çok iyi bilirsin ki bu işlere kendi isteğin ile başlar ama kendi isteğin ile bırakamazsın. Hem ayrıca Bakabilenleri bulup sizleri yok etmeleri için Kader Silahlarını onlara teslim etmek benim görevim.”

“Evet evet yanındakini görüyorum. Bir tane daha Bakabilenin aynı anda ortaya çıkması ne kadar büyük bir lütuf, öyle değil mi? İki Ruh.” O ruhları alıp Erlik Han’a götürdüğünü düşünürken yüzünde oluşan o tiksinti verici ifade Aybars’ın midesini kaldırdı. “Ne talihsizlik ki daha birkaç sabah önce biri bir kamyonun altında kalarak uçmağa vardı. Daha doğrusu varamadı.” Attığı kahkaha odadakilerde bir tahtaya sürtünen metal tırnakların çıkardığı ses gibi bir etki yaratmıştı.

“Katil, onu sen öldürdün. Ruhunu aldığını gördüm.” diyerek Aybars atıldı. Daha fazla dayanamamıştı. Kurt başlı kabzalar o kadar hızlı ellerine gelmişti ki daha ilk adımını atmamıştı bile.

Dumrul bu hareketten hiç etkilenmemiş hatta yerinden bir santim dahi kıpırdamamıştı. Ozan ise Aybars’ın ikinci adımını atmasına müsaade etmeden sağ eli yakalıyı vermişti.

“Burada olmaz” dedi.

“Bir Rüya Gören. Ne kadar güzel bir özellik. Uzun zamandır görmemiştim senin gibisini evlat. Ancak Gezer Ata henüz sana görgü kurallarını öğretmemiş. Ne yazık. Söylesene Ozan, Bürçe’nin ısırığı geçti mi?”

Dumrul’un söylediğini duymazlıktan gelen Ozan “Haydi buradan gidelim” dedi. Tam çıkarlarken döndü ve Deli Dumrul’un sırıtmaya başlayan yüzüne dönerek “Bu arada asıl gelme sebebini unutuyordum. Gezer Ata’nın bir mesajı vardı sana” dedi.

“Ne diyor yine bunak ihtiyar?”

“Umay’ın Eli yakında sana ve senin gibilerin hepsine dokunacak dememi istedi. Çok yakında Aybars ile savaşmak zorunda kalacaksın. Ama o İlbey gibi savunmasız zavallı bir genç değil.” Dumrul’un sırıtması solup gitti. Ozan tam kapıyı kapatıyorken tekrar açtı “Emaneti geri alayım” dedi. Dumrul sağ elinin içinde gayri ihtiyari sıktığı sikkeye baktı. Sonra Ozan’a doğru attı. Adam havada yakaladığı gibi cebine koyup kapıyı ardından kapattı.

*

Ozan ve yanındakinin odadan çıkmasının ardından sağında kalan duvara gidip duvar süslemesi olarak yapılmış kabartmalarda elini gezdirdi. Bir göz şeklini olması gereken motifin gözbebeğine bastırınca içerden “tık” diye bir ses geldi. Üst kata açılan bir gizli kapı açılmıştı.

Merdivenlerden hemen yukarı çıkmaya başladı. Kapı ardından kendiliğinden kapandı. Camlardan açık olanın hemen yanındakine ağzını yaklaştırıp nefes verdi. Buğulanan cama “Gel” yazdı ve odanın içinde gezinmeye başladı. Bu haliyle kafese kapatılmış bir aslana benziyordu. Bir kuzgun açık camın hemen önündeki çıkıntıya kondu ve içeri girdi.

Aldaçı Han “Ne oldu? Beni neden çağırdın?”

“Köprüde canını aldığım gazeteci yalnız değilmiş?”

“Nasıl yani birden fazlalar mıymış?”

“Meğer iki kişilermiş. Bugün diğeri ve Ozan buraya geldiler.”

“Bak sen şu işe.” Ölüm tanrısı keyif almıştı. Her zamanki koltuğuna kuruldu. “Bana olan biten her şeyi anlat bakalım Deli” dedi.

Dumrul olup biteni eksiksiz anlattıktan sonra “Silahlanmış” dedi.

“Demek Yüzleşme Odasına girmiş. Gazeteciği o odaya girmeden yok etmen çok iyi oldu ”

“Evet. Bence hemen Erlik Han ile görüşmemiz gerekiyor.”

“Erlik Han seni ne zaman isterse o zaman görür sersem” diyerek Dumrul’u payladı Ölüm Tanrısı.

“Köprüde aldığım Ruhu da kapı için adar ve sözümü tuttuğumu göstermiş olurdum.”

“Dediğim gibi Dumrul, o seni ne zaman görmek isterse o zaman görür. Sen o seni çağırana kadar emanete iyi bak.”

“Peki diğerleri ile görüşelim mi? O şarkıcı ile anlaşamasak da yine de birlikte hareket etmek iyi olabilir. Ya da Kurt Yavrusu’nu her ne delikteyse bulup çıkaralım. İstanbul’da bir Bakabilen olduğunu duyduğunda buraya gelecektir. Ya da sen kimi istiyorsan…”

“Yeter” diye bağırdı Aldaçı Han. “Yeter Deli. Sen kendi işine bak. Ben de benimkilere. Herkes kendi verdiği söz ile Erlik Han’a bağlanmıştır. Sen diğer ruhu da aldığında Erlik Han ile görüştüreceğim seni. Senin ona ne kadar bağlı olduğunu anlatıp takdirini kazanmanı sağlayacağım.”

“Ben ona bağlıyım Aldaçı Han. Hep bağlıydım.”

“Evet evet bağlısın. Peki bağlısın da ne yapıyorsun? Burada öfke ile gezinmekten başka ne yapıyordun? Mührü bulabilmek için ne yaptın?”

“Dur dur ben cevaplarım” diyerek konuşmaya devam etti.

“Hayır bulamadın. Sen Bakabilen Ruhu peşine koşacağına Mühre odaklanmalıydın. Tüm Uşaklar onu ararken sen köpründe oyunlar oynadın. Belki de bu iki ruhun aynı anda çıkması senin için büyük bir şanstır Deli. Ne dersin? Bir dahaki görüşmemizde diğerinin de ruhunu almış olduğunu duymak istiyorum. Görüşmek üzere. Erlik Han’a çok meşgul olduğunu, o nedenle de sadece üzülerek selam gönderdiğini söyleyeceğim.” Kuzgun olup uçtuğunda dahi gülüyordu. Ses Deli Dumrul’un kulaklarından uzun süre gitmedi.

(devamını okumak için tıklayınız)