Adını hatırladığından beri onu Alban olarak çağırırlardı. Ganimet manasına gelen bu isimden önce başka bir ismi vardıysa da onu hatırlamıyordu.
Zaten gerçekten de ganimetti.
Bir savaş ganimeti.
Babası da dâhil olmak üzere obasındaki eli silah tutan her erkek bir gün savaşa gitmişler ama hiç biri geri dönmemişti. Düşman aynı gece obaya saldırmış ve tüm yaşlı ve kadınlarla birlikte beş yaşından büyük tüm çocukları da öldürmüşlerdi. Hepsini ateşe atıp çığlıklarını eğlenerek dinlediklerini ise hiçbir zaman bilmeyecekti. Ta ki bir gün yanına o kadın gelene kadar.
Yirmi yaşına geldiğinde on kişinin zorla çevirdiği değirmen taşını tek başına çevirebiliyordu.
Geceleri boynuna vurulan boyunduruğu iki kişi ancak kaldırıp takabiliyordu. Çok güçlenmişti.
Bir gece Hu Hanım ziyaretine gelmişti.
Kim olduğunu sorduğunda
“Pek çok ismim vardır. Ama beni Hu Hanım olarak çağırabilirsin” demişti.
Elindeki demir asayı Albay’ın bulunduğu yerin demir parmaklıklarına vurmuştu.
Beyaz tenli, siyah uzun saçlı, siyah bir elbise giymiş kadın parmaklıkların ardından gülümsüyordu.
Kadının elbisesi canlıymış gibi gelmişti Alban’a. Sanki kadın geceyi üstüne elbise yapmıştı.
Kahkahalar atarak geldiği gibi gitmişti.
Ertesi gece yine gelmişti. Ve sonraki gece ve sonrasında. Onunla konuşmuştu. Neden orda olduğunu aslında kim olduğunu anlatmıştı.
Bir gece kilitli kapıyı açıp Alban’ın şaşkın bakışları üzerindeyken içeri girmişti.
“Sana gerçekleri göstermek istiyorum Alban?” demiş ve yüzünü ellerinin içine almıştı.
Adamın kafasına birden görüntüler gelmeye başlamıştı. Tuzağa düşürülmüş bir gurup adamın canları için sarf ettikleri boş çabayı görmüştü o görüntülerde. Esir alınan adamların eğlence için işkence ile öldürülüşünü görmüştü.
Sonra saldırılan bir köy görmüştü. Yanan bir köy. Köyün meydanına yakılan büyük bir ateşe canlı canlı atılan kadınları ve yaşlıları görmüştü. Çocukları görmüştü.
Annesi olduğunu düşündüğü bir kadından kucağındaki çocuğu alabilmek için kollarını kesişlerini ve sonrasında meydandaki ateşe atılmasını da görmüştü. Kadın kolları kesilmeden az önce kulağına bir şey fısıldamıştı. Ne demişti acaba?
Alban’ın gözünden yaşlar akıyordu. Tanımadığı annesi için gözyaşı döküyordu. Öfkeliydi.
Kadın ayağa kalktı. Kapıya doğru yürürken
“Bunları bana niye gösterdin?” Ayağa kalkmış ve kadına yaklaşmıştı ama boyunduruk izin vermemişti.
“ Baban ölmeden az önce adımı haykırmıştı. Hu Hanım yeraltındaki karanlık suların en derinlerinde yaşayan sen, oğlumu kurtar, kurtar ki benim intikamımı alsın. Onu koru gözet. İntikamımı alınca senindir. Ne istersen yaparsın. Oğlum sana Bayçarımdır. Onu kabul et demişti.”
“Bayçarım mı?”
“Evet sevgili Alban, seni bana adak adadı. Yani sen benimsin. Bütün köyün yanarken, ya da buraya getirilirken dört çocuk ölmüşken sen nasıl oldu da yaşadın sanıyorsun. Babana bir söz verdim ve seni korudum.”
“ Benden ne istiyordun kadın?”
“Benim ne istediğim şuan için önemli değil. Asıl sen ne istiyorsun Alban. O boyunduruktan kurtulmak, ailenin intikamını almak ister misin?
Giderken kapının orda durup döndü “Annenin kulağına fısıldadığı adı, babanın adını bilmek ister misin?” Sonra karanlığın içine doğru ileriye atladı. Gecenin içinde kaybolurken bir tilki olmuştu. Her detayı elbette ki ona anlatmamıştı Hu Hanım. Mesela babasının da içinde olduğu halkına tuzak kurulmasını sağlayanın kendisi olduğu gibi…
Ertesi gece tekrar geldiği zaman elinde çift ağızlı bir balta vardı.
“Şimdi şu boyunduruklardan kurtulalım” Hu Hanım dokununca kilit açılıp yere düşmüştü.
Yüksekçe bir yerdeki mağaraya getirmişti kadın onu. “ İşimiz bitene kadar burada kalacağız” demişti.
Adamın soran gözlerine bakarak “eğitimini burada tamamlayacak ve intikamını alacaksın sevgili Bayçarım. Sonra da seninle ne yapacağıma karar vereceğim. Bu gece eğitimimize başlıyoruz” demiş ve üstündeki elbiseyi çıkarmıştı.
Alban aylar boyu Hu Hanım’dan gece gündüz demeden eğitim almıştı.
“ Artık eğitimin bitti. Annenin kulağına fısıldadığı ismini öğrenmenin vakti geldi. Keskin. Senin adın Keskin’dir. Şimdi git ve intikamını al sevgili Bayçarım.”
Köye vardığında hemen üzerine saldırmışlardı. Öldürmüş, öldürdükçe öldürmüştü. Elindeki silah inanılmazdı. Sanki o savaştıkça daha da keskinleşiyordu. Karşısına gelen zavallılardan birini ortadan ikiye bölmüştü. Ve bunu hiç zorlanmadan yapmıştı.
O kadar insan öldürmesine rağmen baltanın üzerinde tek bir damla kan yoktu. Üzerine gelen kanı emiyor gibiydi. Ve sanki kestikçe, üzerine kan geldikçe de daha çok parlıyordu.
Hu Hanım silah hakkında da her şeyi ona anlatmamıştı elbette. Yaşadığı Kara Nehrin içinden çıkardığı demiri Kara Demircilere dövdürmüş ve silahı soğutmak için yine Kara Nehre batırmıştı. Üzerine kan geldikçe onu emiyor daha da keskinleşiyordu. Kullanıcısının adı gibi Keskin’di.
Köydeki tüm erkekler öldüğünde “durma” dedi sanki balta. “durma ve devam et. Daha bir sürü kanı dökülecek insan var.” Demişti.
Durmadı Keskin. Köydeki yaşlıları, kadınları ve çocukları öldürdü.
Hiç yorulmamıştı. Sanki öldürdükçe daha da güçlenmişti.
Köyün kapısında Hu Hanım onu bekliyordu. “Evet sevgili Bayçarım, intikamını aldığına göre artık benimsin. “
“ Hayır Hu Hanım, o senin değil benimdir” dedi arkadan bir ses. Gelen Erlik Han’dı.
Keskin Hu Hanım’ın korktuğuna ilk kez şahit olmuştu.
“Ama o benim Bayçarımdı.”
“Ah Hu Hanım, bilmez misin ki senin olan her şey aslında ben buna izin verdiğim için senindir. Ve artık o senin değil benimdir.”
“Siz nasıl isterseniz efendim” demişti Hu Hanım. Başka da bir şansı yoktu zaten. Üzülerek de olsa Erlik Han’a teslim etmişti onu. Oysa ne çok eğlenecekti Bayçarı ile.
Ve Keskin diğerleri ile birlikte uyandırılmak üzere mezarına koyulmuştu.
Böylece Mezar Taşlarının hepsinin hikayesi anlatılmış oldu. Şimdi sırada Eskilerin Meclisinin Şaman üyeleri var.